DİN VE İSLÂM DİNİ
Din gerekli bir kurumdur.
Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası
var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.
1930 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955 s. 116)
Din vardır ve gereklidir.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13. 7. 1949)
Din, bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine
uymakta serbesttir, özgürdür. Biz dine saygı gösteririz.
Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz, din işlerini
millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor,
amaca ve eyleme dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz
ve buna asla meydan vermeyeceğiz.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13.7.1949)
Tanrı ve insanlığın geçirdiği dönemler
Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal inanışların belirtisine bakarak diyebiliriz ki: İnsanlar iki sınıfta, iki dönemde incelenebilir, İlk dönem, insanlığın çocukluk ve gençlik dönemidir. İkinci dönem, insanlığın erginlik ve olgunluk dönemidir.
İnsanlık birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı
bir genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle
meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının gereken
olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden
vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olmayı tanrılık
özelliğinin gereklerinden saymıştır. Onlara Hazreti Âdem
Aleyhisselâm’dan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız
denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler
göndermiştir. Fakat Peygamberimiz aracılığıyla en son
dini, uygar gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla
aracı ile temasta bulunmaya gerek görmemiştir.
İnsanlığın kavrayış, aydınlanış ve olgunlaşma
derecesi,her kulun doğrudan doğruya, tanrısal ilhamlarla
temas yeteneğine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu
sebepledir ki,
Cenab-ı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve
kitabı, en eksiksiz kitaptır.
1922 (Nutuk III, s. 1241)
Hz. Muhammed hakkında
Muhammed Mustafa, peygamber olmadan evvel kavminin
sevgisine, saygısına, güvenine erişti. Ondan sonra ancak
kırk yaşında nübüvvet* ve kırk üç yaşında risâlet**
geldi. Fahrıâlem Efendimiz, sonsuz tehlikeler içinde,
tükenmez sıkıntılar ve zorluklar karşısında yirmi sene
çalıştı ve İslâm
dinini kurmağa ait peygamberlik görevini yapmayı
başardıktan sonra gökyüzünün ve cennetin en yüksek
katına erişti.
1922 (Atatürk’ün S.D.l, s. 262-263)
1923 yılında Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde minberden söylemiştir:
Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak
tarafından insanlara dinî gerçekleri bildirmeye memur ve
elçi olmuştur. Ana yasası, hepimizce bilinir ki, şanı
büyük olan yüce Kur’an’daki naslardır*. İnsanlara
gelişme ve aydınlanma ışığı vermiş olan dinimiz, son
dindir, en eksiksiz dindir; çünkü dinimiz akla, mantığa,
gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla,
mantığa ve gerçeğe uymasaydı, bununla diğer ilâhî doğa
yasaları arasında karşıtlık olması gerekirdi; çünkü
bütün evren yasalarını yapan Cenab-ı Haktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.11, s. 94)
Hz. Muhammed’i, yüksek kişiliğine yaraşır şekilde belirteme-yen bir eser hakkında söylemiştir:
Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş
gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil
adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla
kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar.
Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Savaşı’nda en büyük
bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve
uygulayabilir? Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat
değil, belirten bir bilim olmalıdır. Bu küçük savaşta
bile askerî dehası kadar siyasal görüşüyle de yükselen
bir insanı, cezbeli bir derviş gibi anlatmağa yeltenen
cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar.
Muhammed, bu savaş sonunda çevresindekilerin
direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına
bakmayarak, galip düşmanı izlemeye kalkışmamış olsaydı,
bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık
görülemezdi.
1930 (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt : 9, Sayı:
100, 1945, s. 3)
O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde
bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın
silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.
1926 (Ali Rıza Ünal, Atatürk Hakkındaki Anılarım,
Türkiye Harb Malûlü Gaziler Dergisi, Sayı: 158, 1969,
s.23)
Musa, cahiliyet devrinde "Evâmir-i aşere"*siyle
insanlığa erdem dersleri vermiştir. Musa ile Muhammed’in
arasını yüzyıllar doldurmuştur. İnsanlık son bedeviyet
döneminde, ne de olsa ilerlemiştir. Hazret-i Muhammed,
Musa döneminin din görüşlerindeki hurafeleri kısmen
atmayı başarmıştır.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi 13. 7. 1949)
Hz. Muhammed’in ölümü ve sonrası
Büyük bir devrim yaratan Muhammed’e karşı beslenilen
sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları
korumakla belirmesi gerekti. Peygamber ölür ölmez
düşünülecek şey, onu bir an evvel toprağa vermek değil,
yaratmış olduğu devrimi güven altına almaktı. Bu da,
yerine evvelâ devrimi kavramış en yakın bir arkadaşını
geçirerek baş gösterecek tehlikeleri önlemekle olurdu.
Devrimi kavramış ve ona bütün varlığıyla bağlanmış böyle
bir halef seçtikten sonradır ki onun gömülmesi
düşünülebilirdi. O zaman, beş on akraba ile değil, bütün
kendisine bağlananların katılımıyla ve şanına lâyık bir
törenle fâni cesedi ebedî istirahat yerine bırakılırdı…
Ne Ali, ne de diğer Hâşimoğulları bunu düşünemediler. Bu
gerçeği o zaman ancak üç büyük insan kavramıştır:
Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde. Tarih olaylarının
gelişimi, Müslümanlığın bu üç büyük insanın girişim ve
gayretleriyle kurtulmuş olduğunu meydana koymuştur.
Devrimin bu üç siması, yaratıcısı kadar büyük
insanlardır.
1930 (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt:9, Sayı:
100, 1945, s.4)
İslâm dini hakkında
Bizim dinimiz, akla en uygun ve en doğal bir dindir.
Ve ancak bu nedenledir ki son din olmuştur. Bir dinin
doğal olması için akla, tekniğe, bilime ve mantığa
uyması gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen
uygundur. Müslümanların toplumsal yaşamında, hiç
kimsenin özel bir sınıf halinde varlığını korumaya hakkı
yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî
emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde
ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin
kurallarını eşit olarak öğrenmek zorundayız. Her birey
dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır; orası da Okuldur.
1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 90)
Müslümanlık, aslında en geniş anlamıyla hoşgörülü ve
çağdaş bir dindir.
(Atatürk’ten BM., s. 70)
Allah kendisine uymaya mecbur tuttuğu insanların
esasen kalp ve vicdanındaki gerçek gereksinimleri
tamamen bilir. Bu nedenle gönderdiği kitap, tamamen o
gereksinime uygun hükümler içeren bir kitaptır.
1921 (Atatürk’ün S.D.l, s.203)
Kendisine, 1923 yılında armağan olarak küçük boyda bir
Kur’an gönderilmesi üzerine teşekkürü:
Bence değerini takdire imkân olmayan bu hediyeyi, en
derin ve hürmetkar din duygularımla saklayacağım.
1923 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 480-481)
İslâm dini ve çalışmak
Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi
olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın
yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür,
onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı,
İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de
nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla
değil, beyinledir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 128)
Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki,
düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha fazla
çalışmak zorundayız. Çalışmak demek, boşuna yorulmak,
terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve
teknik ve her türlü uygarlık buluşlarından en üst
derecede yararlanmak zorunludur. Hepimiz itirafa
mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 92)
Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı
olmayı öğütlemez. Aksine Allah da, Peygamber de
insanların ve milletlerin değer ve şerefini korumalarını
emrediyor.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 92)
İslâm dininde ölçü
Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü
vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup
olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki
akla, mantığa, halkın yararına uygundur; biliniz ki o,
bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa,
milletin yararına, İslâmın yararına uygunsa kimseye
sormayın; o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın,
mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son
din olmazdı.
1923 (Atatürk’ün S.D.ll, s. 127)
Türk milleti ve Müslümanlık
Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün
sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime,
bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle
inanıyorum. Bilince aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey
içermiyor. Halbuki Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu
Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, bâtıl
inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu konuda
yeterli bilgisi olmayanlar, bu âcizler sırası gelince,
aydınlanacaklardır. Onlar ışığa yaklaşamazlarsa,
kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir; onları
kurtaracağız.
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 70)
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki erdeme sahiptir.
Bu erdemleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve
vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.
1922 (Atatürk’ün S.D.I1, s. 66-67)
Hutbe hakkında
Hutbe demek halka seslenmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve anlamlar çıkarılmamalıdır. Halkı, genel durumdan haberdar etmek son derecede önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın beyni çalışma halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve gereksinimlerimize değinmemesi, halife ve padişah adını taşıyan zorbaların arkasından köle gibi gitmeye zorlamak içindi. Hutbeden amaç, halkın aydınlanması ve doğru yolun gösterilmesidir; başka şey değildir.
Yüz, iki yüz, hattâ bin yıl evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve dalgınlık içinde bırakmak demektir. Hutbe okuyanların herhalde halkın kullandığı dille görüşmesi gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir söylevde demiştim ki: "Minberler, halkın beyinleri, vicdanları için bir verim kaynağı, bir ışık kaynağı olmuştur."
Böyle olabilmek için minberlerden yansıyacak sözlerin
bilinmesi ve anlaşılması, teknik ve bilim gerçeklerine
uygun olması gerekir. Hutbe okuyanların, siyasî durumu,
toplumsal ve uygar durumu her gün izlemeleri zorunludur.
Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış öğretilmiş
olur. Bu nedenle hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın
gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 95-96)
Camiler ve minberler hakkında
Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhî, ahlâkî
gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır.
Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne
seslenilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni
temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur.
Fakat buna karşılık hutbe okuyanların taşımaları gereken
bilimsel özellikler, özel yeterlilik ve dünya durumunu
anlayıp bilme, önemlidir.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 225)
Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak
için yapılmamıştır. Camiler, Allah’ın emrine uyma ve
ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak
gerektiğini düşünmek, yani danışmak için yapılmıştır.
1923 (Atatürk’ün S.D.I1, s. 94)
Ezan ve Kur’an’ın okunuşu
Ezan ve Kur’an’ı Türklerden başka hiçbir Müslüman
milleti bu kadar güzel okuyamaz. Bunlara muhteşem müzik
ahengi veren Türk sanatkârlarıdır.
1933 (Abdülkadir İnan, İki Hatıra, Türk Dili Dergisi,
TDK, Sayı: 74, 1957, s. 66)
Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi
Kur’an’ın çevrilmesini emrettim. Bu da ilk defa
olarak Türkçeye çevriliyor. Muhammed’in yaşamına ait bir
kitabın çevrilmesi için de emir verdim.
1930 (Atatürk’ün SJD. III, s. 85; Ayın Tarihi, N: 73,
1930)
Müslümanlıkta özel sınıf yoktur
Her şeyden evvel şunu, en basit bir dinî gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir özel sınıf yoktur. Ruhbani-yeti reddeden bu din, tek başına sahiplenmeyi kabul etmez. Meselâ din bilginleri; mutlaka aydınlatmak görevi bu bilginlere ait olmadıktan başka dinimiz de bunu kesinlikle meneder. O halde biz diyemeyiz ki, bizde bir özel sınıf vardır; diğerleri dinî bakımdan aydınlatmak hakkından mahrumdur. Böyle düşünürsek suç bizde, bizim bilgisizliğimizdedir. Hoca olmak için yani dinî gerçekleri halka öğretmek için, mutlaka ilmî kıyafet gerekli değildir. Bizim yüce dinimiz, her Müslüman erkek ve kadına araştırmayı farz kılıyor ve her Müslüman, bu dine bağlananları aydınlatmakla görevlidir.
Bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde
gerçek din bilginleri, bilginlerimiz içinde milletimizin
gerçekten övünebileceği din bilginlerimiz vardır. Fakat
bunlara karşılık, ilmî kıyafet altında bilim gerçeğinden
uzak, gereği kadar okuyup öğrenmemiş, bilim yolunda
yeteri kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de
vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 144)
Seçkin din bilginlerinin yetiştirilmesi
Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve uzmanlık
sahipleri yetiştirmek gerekli ise, dinimizin felsefî
gerçeğini inceleme, araştırma ve telkin bakımından ilmî
ve fennî kudrete sahip olacak seçkin ve gerçek din
bilginleri de yetiştirecek yüksek kurumlara sahip
olmalıyız.
1923 (Atatürk’ün S.D.H, s. 90)
Cumhuriyet Hükümeti’mizin bir Diyanet İşleri
Başkanlığı makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip,
imam gibi görevli birçok memurları bulunmaktadır. Bu
görevli kişilerin bilimleri, erdemleri derecesi
hepimizce bilinmektedir. Ancak burada* görevli olmayan
birçok insanlar da gö-
rüyorum ki, aynı resmî giysiyi giymekte devam
etmektedirler. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta okuma
yazması olmayanlara tesadüf ettim. Özellikle bu gibi
bilgisizler, bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi
onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa
âdeta bir engel oluşturmak sevdasında bulunuyorlar. Bu
gibilere sormak istiyorum: "Bu vaziyet ve yetkiyi
kimden, nereden almışlardır?" Millete hatırlatmak
isterim ki, bu lâubaliliğe izin vermek asla doğru
değildir. Herhalde yetki sahibi olmayan bu gibi
kişilerin, görevli olan kimselerle aynı giysiyi
taşımalarındaki sakınca bakımından hükümetin dikkatini
çekeceğim.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, S. 215-216)
Tekkeler hakkında
Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye
Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce
sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç
değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet
alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız.
Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş
ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden
geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş
görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde
uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini
uygulayacağız.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İS.,
s.68)
En gerçek tarikat
Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için
ayıptır. Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı
olan kimseleri dünyevî ve manevî yaşamda mutluluğa
eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün bilimin,
tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında
filân veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddî ve
manevî mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye
topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler
ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi
olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık
tarikatıdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 215)
Dinin siyasete âlet edilişi
Bizi yanlış yola yönelten soysuz kimseler bilirsiniz
ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz
halkımızı hep şeriat sözleriyle aidata gelmişlerdir.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti
mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din
niteliği altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar
her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki, Allah’a
şükürler olsun hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız;
artık bizim, dinin gereklerini öğrenmek için şundan
bundan derse ve akıl hocalığına gereksinmemiz yoktur.
Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri
dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya
yeterlidir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 127)
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve dinin siyasete âlet edilişi
"Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır" kuralını bayrak olarak eline alan kimselerden, iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri, cahil ve bağnazları, hurafelere inananları aldatarak özel amaçlar sağlamaya kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüzyıllardan beri sayısız felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük özveriler gerektiren pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek yöneltilmemiş miydi?
Cumhuriyetçi ve ilerici olduklarını zannettirmek isteyenlerin, aynı bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak, milleti, cumhuriyetin, ilerleme ve yeniliğin tamamen aleyhine kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: Biz hilâfeti tekrar isteriz; biz yeni yasalar istemeyiz; bizce Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle beraber olunuz. Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi hilâfeti kaldırdı. İslâmiyeti bozuyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir diye bağırmıyor muydu! Yeni partinin kullandığı kalıplaşmış anlatım, bu gerici feryatlarla dolu değildir denilebilir mi?
Efendiler, olaylar da gösterdi ve kanıtladı ki,
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi programı en hain
beyinlerin ürünüdür. Bu parti, memlekette suikastçıların
sığınağı, güvenme ümidi oldu; dış düşmanların, yeni Türk
Devleti’ni, taze Türk Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik
plânlarının kolaylıkla uygulanmasına yardımcı olmaya
çalıştı.
1927 (Nutuk II, s. 889-890)
Din oyunu aktörleri
Bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün de, milletlerin
bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir
türlü siyasî ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için,
dini âlet ve araç olarak kullanmak girişiminde
bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu
konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak
bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki bilgi ve
anlayış, her türlü hurafelerden sıyrılarak gerçek bilim
ve tekniğin ışıklarıyla arınmış ve mükemmel oluncaya
kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf
olunacaktır.
1927 (Nutuk II, s. 708)
Dini siyasete âlet edenlerle mücadele
Adî ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve
onlara dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız
bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, rezil
edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi
tutkularına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol
gösteren hoca isimli hainler, hep bu sonuca
sürüklenmişlerdir. Böyle yapan halife ve din
bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını, tarih bize
sayısız örneklerle açıklamakta ve kanıtlamaktadır. Artık
bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler
görmeye katlanması olasılığı yoktur. Artık kimse, öyle
hoca kılıklı sahte bilginlerin yalan dolanına önem
verecek değildir.
En bilgisiz olanlar bile o gibi adamların niteliğini gerektiği gibi anlamaktadır. Fakat bu konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara karşı bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir kararlılıkla korumalı ve sürdürmeliyiz. Eğer onlara karşı, benim kişiliğimden bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben kendim onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim milletimin yaşamıyla ilgili, o adım milletimin yaşamına karşı bir kötü niyet, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.
Şüphe yok ki, millet birçok özveri, birçok kan
pahasına, en sonunda elde ettiği vazgeçilmez ilkesine
kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, meclisin,
yasaların, Anayasa’nın nitelik ve sebebi hep bundan
ibarettir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim.
Sayalım ki, eğer bunu temin edecek yasalar olmasa, bunu
temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar
karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız
kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 146)